İzleyiciler

4 Eylül 2010 Cumartesi

Romantizmalarım

"Roka sever misin, Ferhat?"

Roka sever miyim? Bilmiyorum. Peki ya sevmek bu denli basite indirgenmeli mi? İndirgenmemeli! Yoksa ben sana -daha şimdi bana 'roka sever misin' diye soran sana- 'seni seviyorum Gamze!' dediğim zaman rokadan ne farkın kalıyor? Bana derhal, 'rokadan çok mu, az mı?' diye sorman gerekmez mi? Aramıza rokaların, hıyarların, ne bileyim nelerin girmesine izin veren bu basitlik! Yine de basitlik güzel işte! 'Roka yemekten haz duyar mısın?' sorusu daha gerçekçi belki ama hiçbir tınısı yok! Ah, şu basitlik!

"Roka değil de, rakılar nerede kaldı, rakılar?"

Hahaha! Kendi esprime kendim gülüyorum böyle işte. Böyle takıntılı -kendimce takıntılı- sorulara cevap vermektense kendimi muhabbetten dışarı şutlamayı tercih ederim hep. Basite indirgeyemem kendimi öyle! 'Evet, severim' dedikten sonra rokayı kendimce basit kabul ettiğim o durumundan çıkartıp hafızama, zihnime ya da ne bileyim nereme dahil etmiş oluveririm. Hayır efendim; roka yalnızca rokadır ve ona karşı hiçbir duygu beslemiyorum!

Nerede kaldı bu rakılar sahi? Yahu rakının sofraya, balıktan sonra geldiği nerede görülmüş? Ha ustam? Ne ustaydın sen? Nereden bileceksem! Öğrenmek için çoğu zaman merak etmek gerekir -evet, çoğu zaman-. Gel gör ki ben, şu uzun saçlı, küpeli erkek bozuntusu garsonu daha önce burada görüp görmediğimden dahi emin değilim, ustanın adını öğrenmek şöyle dursun. Halbuki azcıkın merak etsem ne olurdu? Ne fiyakam olurdu şimdi, ha! 'Ömer Usta, nerede kaldı rakılar, azizim? Dilimiz damağımız kurudu şurada!' diye seslensem de Ömer Usta oradan bir espri eşliğinde sıcacık bir sevecenlikle kendi tutup geitiriverse, biz keh keh gülsek! Gamze içinden dese ki, 'Vay! Nice zamandır gelip gidiyorsa şu afili mekana, ustasıyla mustasıyla ahbap olmuş benim sevgilim' dese! Halbuki onca zamandır gelip giderim şu afili mekana, şu uzun saçlı erkek bozması, kulağında küpe -ne acayip iş!-.

"Ay, ben rakı içmesem, Ferhat! Cidden pek alışık değilim!"

Böylesi de düşman başına işte. Pek alışık değilsen alış yavrucuğum. Ne için buradasın sanki! Yok öyle şey; şu menüye dünyanın parasını yatıracağım da yanımda getirdiğim adam balığı meyve suyuyla mı içecek? Ne görgüsüzlük! Ne aşağılama! Şimdi atıversem söz yüzüklerini hakkım var vallahi! Ne içecekmiş, meyve suyu mu? Peh! Ne görgüsüzlük!

"Ama Gamzeciğim, siparişleri verdik. Hem bir tadına bakarsın, hoşuna gideceğine eminim!"

İnşallah kusmasa bari! Rezil rüsva olmasam şurada! Kusarsa vallahi atarım yüzükleri, aha da andım olsun! Rakı-balık restoranına gittiğinde ille de meyve suyu içmek isteyen, ille de rakı içtiğinde ise kusan bir kadınla kim ne yapmak isterse yapsın amma benim daha işim olmaz. İşte basitlik. Yaşasın basitlik. Bu da benim basitliğim olsun anasını satayım!

Rakılar gecikmeli de olsa gelince -rokaların canı cehenneme- az buçuk kafam yatışıyor. İtiraf edeyim, iyi içiciyimdir. Su gibisinden içerim mereti. Fakat bir yandan da gözüm Gamze'de. Bol sulu rakısına, garson doldururken şöyle iğrelti bir bakışla bakmak dışında, henüz hiçbir tepki vermedi. O bardak boşalacak! İnan olsun atarım yüzükleri! Ama işte ne yapmak lazım gelir, orasını hemen çözemedim. İç şunu, desem, azcık gaza getirsem, olmaz. Ne kabalık! Ne desem acaba diye düşünürken cevabı buluyorum:

"Şerefe!" diyorum kendi bardağımı havaya kaldırırken sevimli sevimli gülümseyerek. İç ulan şunu, demenin ne kibar bir yolu!

Bir telaşçık toparlanıp ne yapması gerektiğini kavrayıveriyor. Çatalını çangır çungur tabağın içine bırakıp bardağına uzanıyor. Aman, o nasıl bir tutmak! Bir saniye önceki şaşkolozluğundan eser kalmıyor. Öyle bir zerafetle tutup kaldırıyor o uzun ince bardağı ki kendiminkini bırakıp ondan bir yudum alasım geliyor. işte buna aşığım! işte bu! Kadındaki şu zerafet! Ah, o letafet! Buna içilir ulan!

Bir gönül hoşluğu eşliğinde tıkırdatıyoruz bardaklarımızın kıçlarını. Usulca ağzıma götürürken bardağımı, gözlerimi karşımdaki manzaradan alıkoymuyorum. Aşk bu değilse ne! Ah, Tanrım! Ve anason kokusu burnuma, alkolun tadı dudaklarıma değerken ben zevkin doruklarındayım! Gözlerimden ise o manzarayı esirgemiyorum.

Gamze bardağı dudaklarına doğru kaldırıyor. Kıpkırmızı, davetkar dudaklarına doğru... Ojeli, incecik parmakları nasıl da sarmalamış, nasıl da okşuyor bardağı! Kehribar karası gözler ise bana kilitlenmiş. O en romantik bakışıyla baştan çıkarmaya uğraşıyor beni. Bardak dudaklarına değiyor. Ve Gamze gözlerini yumuyor!

Beterin beteri var derlermiş! Varmış da birader! Ben kusmasından korkup dururken daha beteri oluyor işte. Gamze öksürüyor. Gözleri ve bütün yüzü hayırsızca kasılmakta. Öksürüyor da öksürüyor. Bardak elinden düşüp yerde un ufak oluyor ama Gamze buna aldırmadan öksürüyor. Aldığı bir yudumcuk rakıyla beraber kim bilir neresinden çıkıp gelen minnacık balık parçaları, marullar -ve kahrolası roka tanecikleri- yüzüme gözüme, üstüme başıma bulanıyor! Ama Gamze'nin buna bile aldırdığı yok, öksürüyor da öksürüyor! Herkes bize bakıyor. Gamze bir eliyle göğsünü tutuyor, diğer eliyle başını. Herkesler bizi seyrediyor, garsonlar başımızda bitiyorlar, yüzlerinde en yakışıksız, en yerin dibine sokucu ifadelerle -madem içmesini bilmezsin, ne diye içersin be kadın, dermiş gibi ifadelerle-, ben ise olduğum yerde kuruyup kalmışım sanki. Ama Gamze aldırmıyor. O öksürdükçe öksürüyor...

O işkencenin ne kadar sürdüğü, ne zaman bittiği konusunda kesin olarak bir şey hatırlamayacağım asla. De ki sonsuza değin sürdü. Hatta hala sürmekte! Oradan kendimizi nasıl dışarı attığımızı -yoksa atılmış mıydık!-, Gamze'nin benden kaç tane özür dilediğini, benim ona ne söylediğimi -bir şey söyleyip söylemediğimi bile-, nereye gittiğimizi, neden gittiğimizi, orada ne yaptığımızı hatırlar gibi olsam da hatırlamıyorum. Yalnız, Gamze'yi o geceden sonra bir daha görmedim. Neden ayrıldığımızı soranlara da küfür ettim. Evet, ettim! Ne basitlik, değil mi! Ettim! Ve o günden bugüne başka bir sevgilim olmadı. Ve o rakı-balık restoranına bir daha hiç gitmedim. Rakı bile içmedim o gün bugündür, rakı bile! Roka bile yemedim!

Hiç yorum yok: